Bir zamanlar söz büyüydü.
Söz, suskunluğun içinden gelen ince bir titremeydi.
Şimdi ses yükselince “etkili”, laf kalabalığı olunca “popüler” sayılıyor.
Televizyonda bir tartışma izliyorsunuz, herkes aynı anda bağırıyor.
Sosyal medyada biri mikrofonu eline alıyor, hakarete varan cümlelerle gündem oluyor.
Sokakta röportaj yapan gençler bile artık samimiyet değil, sansasyon peşinde.
Eskiden mikrofon, halkın sesiydi.
Şimdi bir ego aracı.
Kimin sesi daha çok yankılanırsa, o haklıymış gibi...
Ama şu çok açık:
Sesi yüksek olan değil, anlamı olan konuşma kazanır.
Sustuğunda bile düşündüren, mikrofonsuzken bile duyguyu geçirebilen insan kazanır.
Çünkü mikrofon, doğru eldeyken değerdir.
Yanlış eldeyken gürültüye dönüşür.
Şimdi bir düşünün…
Mikrofon sizde olsa ne anlatırdınız?
Bir isyan mı?
Bir umut mu?
Bir özür mü?
Ya da belki de sadece susar, etrafı dinlerdiniz.
Çünkü bazen en büyük söz, sırasını beklemeyi bilmektir.
Esas mesele şudur:
Mikrofonu değil, anlamı taşıyanın sesini büyütmeliyiz.
Yoksa duyduğumuz tek şey, yankı olur.