Modern hayat bizi öyle bir hızla içine çekti ki artık dış gürültüler kadar zihinsel gürültüler de yaşamımızı esir almış durumda. Her gün binlerce düşünce, plan, endişe, yorum ve kıyaslama beynimizin içinde dönüp duruyor. Ama durup kendimize şu soruyu ne zaman sorduk: Benim zihnim bana mı ait?
Sürekli Meşguliyet, Sürekli Kaçış
Zihnin susmadığı bir çağdayız.
Sessiz kalmaya korkar olduk. Çünkü sessizlik geldiğinde, bastırdığımız duygular da gelir; yüzleşmediğimiz kırgınlıklar, ertelediğimiz sorular, içimizdeki boşluklar...
Bu nedenle çoğumuz sessizliğe değil, sesten başka seslere sığınıyoruz: Podcast açıyoruz, ekranlara bakıyoruz, arka planda hep bir ses bırakıyoruz. Oysa bazen o sessizlik en büyük terapidir.
Düşünce Değil, Düşünme Hastalığı
Zihinsel faaliyetler elbette doğaldır.
Ama bu faaliyet sürekli bir içsel gevezeliğe dönüşmüşse, kişi kendi içinde boğulmaya başlar.
“Ya şöyle olursa…”,
“Ya bunu yanlış anladıysa…”,
“Ya yine başaramazsam…”
Bu “ya”larla kurduğumuz senaryoların çoğu asla gerçekleşmez ama bedenimiz o stresin etkisini yaşar.
Yani hayalî bir düşmandan gerçek zarar görürüz.
İçsel Sessizlikle Barışmak
Zihinsel gürültüyü azaltmanın yolu, düşünceleri bastırmak değil, fark etmektir.
Meditasyon, doğada yürüyüş, derin nefes almak ya da sadece 5 dakika boyunca hiçbir şey yapmadan oturmak…
Bunlar basit gibi görünse de beynimize şöyle der:
“Şimdi durabiliriz, tehlike yok.”
Ve zihinsel sessizlik başladığında kalp daha net duyar; beden daha sakin çalışır; kişi içindeki özü hatırlar.
Son Söz:
Zihinsel gürültüyü susturamazsınız belki ama onun sesini kısmayı öğrenebilirsiniz.
Çünkü bazen en doğru cevaplar, sadece içimizin sessizliğinde duyulur.