Bir şehrin büyüklüğü, gökdelenlerin uzunluğuyla değil; kaldırımlarındaki çocuk sesleriyle, çay ocaklarındaki selamlaşmalarla, camdan cama uzanan komşuluklarla ölçülür.
Son yıllarda şehir dediğimiz şey, daha çok bir “yatırım aracı”na dönüştü.
Oysa şehir, bir hafızadır. Taşında, toprağında, sokağında yaşanmışlık birikir.
Esnafın sabah dükkân açarken yaptığı dua, mezarlığın önünden geçerken yavaşlayan adımlar, çocukların ayakkabısına dolan toz…
Bunlar bir şehri yaşanır kılar.
Ama şimdi?
Şehir planlaması, imar değil "imar affı"yla yapılıyor. Kültür merkezi diye açılan binalarda kültürden çok düğün oluyor.
Parkların yerini alışveriş merkezleri, mahallelerin yerini "site mantığı" aldı. Duvarlar yükseldikçe insanlar birbirine yabancılaştı.
Oysa bir şehir, kalbin attığı yerdir.
Toplu taşımada göz göze gelince tebessüm edebildiğin, manavla selamlaştığın, yağmurda otobüs beklerken omzunu başkasına siper ettiğin yerdir şehir.
Bir belediye binasından ya da beton raporundan ibaret değildir.
Bir çınar ağacının gölgesindeki dedeyle torunun gülüşmesi, o şehir için en güzel yatırım olabilir.
Çünkü şehirler, ruhla inşa edilir. Beton sadece taşıyıcıdır.